Buradasınız :  Roportajlar/ Tarikat Hakkında Bilinmeyenler
Kategori:
Röportajlar
21590 kez Okunmuş

İbadetlerimize Ruh Katmak Zorundayız


Hüseyin Okur Kimdir?

 
1978 yılında Ankara ilinin Çamlıdere ilçesine bağlı Atça köyünde doğdu. Küçük yaşta iken İstanbul’a geldi. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra Bolu/Yeniça- ğa’da hafızlığını bitirdi.
 
Daha sonra 1994-2003 yılları arasında, İstanbul’da M. Süleyman Elkoca’nın yanında Arap edebiyatı, hadis, fıkıh, tefsir, kelam gibi ilimleri tahsil ederek icazetnamesini aldı. Bu zaman zarfında İmam-Hatip lisesini ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi ilâhiyat programını, ardından Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi.
 
2007-2009 yılları arasında Sakarya Üniversi- tesi’nde Arap Dili ve Belağatı alanında yüksek lisansını tamamlayan yazar şu an, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslam Hukuku alanında doktora çalışmalarına devam etmektedir.

Tasavvufnedir.com ekibi olarak İlahiyatçı-yazar Hüseyin Okur’la kulluğumuzun gayesi ve ihsan bilinci üzerine konuştuk. Bizim için keyifli ve öğretici bir sohbet oldu. İnşaallah sizin için de öyle olur.

  

Tasavvufnedir: Hocam İslam dininin temel maksadı nedir?
 
Hüseyin Okur: Bunun anlayabilmek için özelde -İslamiyet’in filizlendiği- Arap yarımadasının, genelde ise dünyanın durumuna nazar etmenin doğru olacağını düşünüyorum. Şimdi o döneme baktığımız zaman Arap yarımadası da dâhil, dünyanın her yerinde genel bir bozulmanın yüz gösterdiğini, günahın, isyanın, zulmün ayyuka çıktığını görürüz. İslam böyle bir dönemde gelmekle insanlığa adeta can simidi olmuştur. Çünkü İslam kurtuluş ve selametin adıdır. İslam demek teslimiyet demektir, huzur demektir, barış demektir, adâlet ve güven demektir. Sahabe-i kiram (r.anhum) İslam’ı insanlara tebliğ ederken onlara söyledikleri ilk söz “Müslüman ol ki selâmet bulasın” olmuştur. Tabi Sahabe-i kiram’ın (r.anhum) bu sözü söylemelerindeki maksat, “Müslüman olmazsan biz sana zor kullanacağız” manasında değildi elbette. Bunun böyle olmadığını Medine devletinde görmek mümkün. Medine devleti içerisinde Hristiyanlar da vardı, Yahudiler de vardı, münafıklar da vardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunlara, Müslümanlara aleni bir zararları dokunmadığı müddetçe hiçbir müdahalede bulunmamıştır. Bu mevzuda biz hep Osmanlı’dan örnekler veririz. Ancak bunun tek örneği Osmanlı değildir; Osmanlı’ya da diğerlerine de esas teşkil eden, Peygamberimizin (s.a.v.) başında bulunduğu Medine site devleti örneğidir.
 
Netice itibariyle, İslam “cahiliye” diye nitelendirilen bir dönemde insanlığı hidayete ulaştırmak için gelmiştir. Bu döneme her ne kadar “cahiliye” dense de, cahilliği insanların sadece bilgi, kültür, sanat gibi hususlardaki geri kalmışlığı olarak anlamamak lazım. Çünkü Arabistan, içinde bulunduğu döneme göre, gerek edebiyatta, gerek kültür ve sanatta oldukça ilerideydi. Bölgede, değişik diller bilen pek çok insan vardı. Şairler, edipler, sanatkârlar vardı.
 
Peki, cehaletleri neden kaynaklanıyordu? Niye o döneme “cahiliye dönemi” denmişti? Şundan; insanlar akıl ve vicdan şirazelerini ne yazık ki kaybetmişlerdi. Mesela kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı, elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı, her türlü ahlâksızlığı pervasızca işliyorlardı. İşte İslam, böyle karanlık bir dönemde, beşeriyeti bu çıkmazdan çekip çıkarmak, doğru yolu onlara göstermek için geldi. İslam, selamet için, insanlığı huzur ve saadete erdirmek için, onlara sorumluluklarını hatırlatmak için geldi.
 
Nihayetinde insan başıboş değildir. Bir takım görev ve sorumlulukları var; başta Rabbine karşı tabi... İnsanın Rabbine karşı olan sorumluluğu, aynı zamanda onun var edilmesindeki temel gayeyi ortaya koyar. Bunu Zâriyât suresinin 56. Ayet-i celilesinde net olarak görüyoruz. Orada Allah Teâlâ buyuruyor ki;  “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” İslam bu kulluğun çerçevesini çizen, onu tanımlayan, nasıl ibadet edilmesi gerektiğini bildiren ilahi bir dindir.
 
Ancak kişinin Müslüman olabilmesi için öncelikli olarak kendisine lazım olan şey, imandır. İslam’ın şartlarına baktığımız zaman, orada ilk basamağın kelime-i şehâdet olduğunu görürüz. Kelime-i şehâdet; Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inanmaktır. Öncelikle bu, şarttır. Bu olmadan ibadet ve kulluğun hiçbir anlamı olmaz.
 
Tabi kulluğun alanı çok geniştir. Namaz, oruç, hac, zekât gibi bir takım temel ibadetlerin yanı sıra yerdeki eziyet verici bir şeyi kaldırmak, bir kimseye tebessüm etmek, insanlara iyi davranmak, hizmet etmek gibi daha pek çok husus kulluğun içerisine girer. Bir mümin bunları yerine getirdiği zaman kulluk görevlerini ifa etmiş olur ve yaptıklarından dolayı sevap kazanır. Fakat tüm bunlar Allah Teâlâ için yapıldığı takdirde böyledir. Yoksa başkalarına yaranma, şirinlik veya gösteriş maksadı taşıyan ameller kesinlikle kişiye kazanç sağlamaz.
 
Tasavvufnedir: Peki hocam, ibadetlere zâhiren bakıldığında şekilden ibaretmiş gibi bir izlenim veriyor. Mesela namazın belli rükûnları var; kıyam, kıraat, rükû, sücûd v.s. hacca ve oruca baktığımız zaman kendine has bir takım şartları mevcut. Diğer ibadetler de öyle. Soru şu; ibadetler sadece bazı şekli hususları yerine getirmekten mi ibarettir? Ya da şöyle sorayım; ibadetlerin de bir ruhu yok mu?
 
Hüseyin Okur: Şimdi ibadetlerde şekil, elbette ki gereklidir. Şekil olmasaydı imtihanın sırrı ortaya çıkmazdı. Allah Teâlâ meleklere Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmelerini emrettiği zaman bütün melekler secde ettiği halde iblis etmemişti. Burada şekli olarak yerine getirilmesi istenilen bir emir var. İbadetlerin hemen hemen hepsinde bu böyledir. Yani zâhiren yerine getirilmesi gereken bir kısım şart ve rükûnlar mevcuttur. Hiç kimse kafasına göre bir ibadet şekli ortaya koyamaz. Zira ibadetlerin şekli Rabbimiz tarafından belirlenmiş ve peygamberler vasıtasıyla insanlığa tebliğ edilmiştir. Eğer insan sadece aklıyla ibadet yapacak olsaydı dinin gönderilmesine ihtiyaç kalmazdı. Hz. Ali (r.a.), "Eğer din (akıl) ve re´yle olsaydı, mestin üstünü de­ğil de altını mesh etmek daha uygun olurdu. Hâlbuki ben, Resûlullah’ı (s.a.v.) mestlerinin üstüne mesh ederken gördüm" demiştir.[1]
 
Bu da bir kez daha gösteriyor ki ibadetlerin şekli bir tarafı olmakla beraber, bunlar bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından uygulamalı olarak ashab-ı kirama (r.anhum), onların kanalıyla da tüm müminlere öğretilmiştir.
 
İbadetlerde şeklin yanı sıra bir de ihsan denilen bir husus var ki işte bu, ibadetlerin ruhudur. Cibril (a.s.) hadisi hatırlanacak olursa, orada Cebrail (a.s.) Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) üç hususu sormuştu; iman, İslam ve ihsan. İmanı başta anlattık. İslam’da kulluk vazifelerini Rabbimiz tarafından belirlenmiş olan şartlarına ve şekillerine uygun olarak yerine getirmekti. İhsan ise kişinin kendisini gören, bilen bir Rabbi olduğunu bilmesidir, bu şuurla ibadetlerini yerine getirmesidir.

 

Tasavvufnedir: Peki, ihsanı elde etmek neye bağlıdır?
 
Hüseyin Okur: Kalbi masivadan uzaklaştırmaya, gafletten arındırmaya bağlıdır. Bunu sağlamak için ciddi bir nefis terbiyesi şarttır. Ayrıca selef-i sâlihini, müctehidleri, salih kulları örnek almak lazım. Çünkü onlar hem bedenen hem de ruhen Hz. Peygamber’e (s.a.v.) bağlı kimselerdir.
 
Tasavvufnedir: Hocam şu an ne Hz. Peygamber (s.a.v.) ne sahabe-i kiram (r.anhum) ne de selef-i sâlihin (r.aleyhim) aramızda. Biz bugün kimi örnek almalıyız?
 
Hüseyin Okur: Allah Teâlâ bu dini peygamberi vasıtasıyla göndermiştir. Ondan sonra bu dini insanlara duyuran pek çok âlim, pek çok Allah dostu ve hizmet eri gelmiştir. Biz buna “veraset zinciri” diyoruz. Hadis-i şerifte; “Âlimler peygamberlerin vârisleridir”[3] buyrularak bu zincire işaret edilir. İşte bu zincir içerisinde en önemli halkayı ilmiyle âmil olan Rabbâni âlimler oluşturmaktadır. Bugün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) aramızda yok, sahabe-i kiram (r.anhum) yok, ama ilmiyle amel etmek suretiyle ümmete örnek olan Rabbâni âlimler var. Bu, kıyamete kadar böyle devam edecektir. Çünkü bu din sahipsiz değil. Dolayısıyla bu dinin bayraktarlığını yapan insanlar hep var olacaktır. Onlar öyle kimselerdir ki, zahiri anlamda ülkelerin bayraktarlığını yapan sultanlar, padişahlar dahi kendilerine yeri geldiğinde akıl danışmıştır. Şeyh Edebâliler, Akşemseddinler, Hacıbayram-ı Velîler, Beyâzid-i Bistamîler, Hasan-ı Basrîler, Abdülkâdir-i Geylâniler, Şâh-ı Nakşibendler ve daha niceleri kendi dönemlerinde bu dinin bayraktarlığını yapmış seçkin kimselerdir.
 
Şunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak lazım, bizler zayıf varlıklarız; bir an nefsimizle baş başa kalsak hemen ona uyabiliriz. Yine insani özelliklerimizden dolayı çabucak günaha girebilen, ibadetlerde tembellik yapabilen, yeri geldiğinde farzlardan bile vazgeçebilen kaypak bir yapımız var. O yüzden nefsini tezkiye etmiş hak erlerine tabi olmak, onları rehber edinmek zorundayız. İnsana ne eşi, ne arkadaşı, ne kardeşi manevi yolda kâmil bir şekilde rehberlik edemez, çünkü ihtimal ki onlar da kendisiyle aynı durumdadır. Ama Allah dostları öyle değil. Onlar nefislerini terbiye etmişler, Kur’an-ı Kerim’de bahsi edilen nefis mertebelerini kat etmişler. Böylelikle Allah (c.c.) onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuştur. Bu yüzden onları örnek almak ebedi saadete erebilmek için kaçınılmazdır.
 
Onları örnek almak demek -en azından tahkik mertebesine varıncaya kadar- kendilerini taklit etmek demektir. Taklit işin başıdır. Kaynağı sevgidir, muhabbettir. Bir insan kimi severse, kendisini kime yakın görürse sürekli onu taklit eder, onun gibi olmak ister, hayatını onun hayatı gibi tanzim etmeye çalışır. Bu bugün de böyle değil midir? Mesela bir genç en fazla kimi seviyor, kendisine yakın buluyorsa ona benzemeye çalışıyor. Bir futbolcuyu sevip ona yakın buluyorsa onun gibi saçını kestiriyor, onun formasını alıyor, onun takımının topunu yahut flamasını alıyor. Bir şarkıcıya yakın buluyorsa onun gibi giyiniyor, onun gibi konuşuyor, onun gibi şarkı söylüyor. Örnekleri çoğaltabiliriz.
 
Tasavvufnedir: Demek ki muhabbetin fiile doğrudan bir etkisi var…
 
Hüseyin Okur: E tabi… Kişi kime muhabbet duyarsa, kimi severse, ona benzemeye çalışır, fiilleri ona göre şekillenir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki; “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”[4] Yani bir kimse kimi dost edinir, sever, yakın görürse, onunla aynı ortak düşünceye, aynı dine, aynı inanca sahip demektir. Bu, dini bakımdan böyle olduğu gibi dünyevi bakımdan da böyledir. O yüzden derler ki, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Demek ki kişinin sevip dost olduğu kişi aynı zamanda onun aynasıdır. Onun için Müslüman, kimi dost edindiğine dikkat etmelidir. Çünkü kötü birini dost edinen onun gibi yaşar, iyi birini dost edinen onun gibi yaşar. Bu manada bir kimse, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ahlâkıyla ahlâklanmış olan salih ve veli kulları dost edinirse onlar gibi yaşar, günahkâr ve fâsık kimseleri dost edinirse onlar gibi yaşar…
 
Tasavvufnedir: Hocam söyleşi için teşekkür ediyoruz.
 
Hüseyin Okur: Biz teşekkür ederiz.

 
____________________________________________

[1] Ebû Dâvûd, ´Taharet", 63
[2] Buhari, Tecrid-i Sarih, 12/195
[3] Buhari, İlim, 10
[4] Ebû Dâvûd, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45

 


Bu Yazılarda Dikkatinizi Çekebilir