Buradasınız :  Makaleler/ İrşad Kutbu: Seyyid Taha-yı Hakkarî k.s.
Kategori:
Makaleler
12147 kez Okunmuş

İrşad Kutbu: Seyyid Taha-yı Hakkarî k.s.

Nehri’nin nüfusu o yıllarda hayli kalabalıktı. Seyyid Taha’nın ilmini, irşadındaki tesiri ve kerametlerini duyan insanlar da bu kasabaya ziyarete geliyorlardı. Nehri’deki tekke, bütün bölgenin merkezi olmuştu artık. Her öğün binlerce insanı ağırlamak üzere kazanlar kaynatılıyordu. Bu yoğunluk içinde son derece düzenli bir programla kırk yıldan fazla hizmet verildi Nehri’de.

 
Bağdat’ta yaşayan bir seyyid ailesi, 13. yüzyılın ortalarında Moğol istilasından kaçıp Anadolu’nun güneydoğusuna yerleşmişti. Cedleri arasında Seyyid Abdülkadir-i Geylanî k.s.’nin de bulunduğu bu mübarek aile, bölgeye taşıdıkları İslâm’ı yüzyıllar boyu en saf haliyle yaşadılar ve yaşattılar. Şer gibi görünen mecburî bir hicretten nice hayırlar doğmuştu böylece.
 
İlahî takdirin Moğol musibetinde gizlediği ve beş yüz yıl sonra tecelli eden hayırlardan biri de bu ailenin mensuplarından Seyyid Taha-yı Hakkarî k.s. hazretleriydi. Çocukluk çağlarında bile yetişkin insanlara mahsus halleri herkeste saygı uyandırıyor, onu tanıyanlar ileride büyük bir alim ve manevi rehber olacağını hissediyorlardı. Ailenin sürdürdüğü bir medrese geleneği içinde yetişmişti. Küçük yaşlarda Kur’an-ı Kerim’i hıfzetmiş; başta Süleymaniye, Kerkük, Bağdat olmak üzere bölgedeki birçok ilim merkezinin medreselerinde büyük alimlerden ders almıştı. Tahsilini tamamladıktan sonra verilen icazetle Berdesur kasabasında bir medrese kurdu, burada ders okutmaya başladı.
 
Sıradan bir medrese hocası değildi. Genç yaşına rağmen İslâmî ilimlerde “allâme” olarak tanınıyordu. Okumadığı kitap, tahsil etmediği zahir ilmi kalmamıştı. Fakat bütün bu malumatın işaret ettiği tek ve mutlak hakikate yakîn derecesinde vâkıf olamamıştı henüz. Bir şeylerin eksik olduğunun kendisi de farkındaydı ve bu nedenle sürekli arayış içindeydi.
 
Zirveye talip olmak
 
Bir gece rüyasında, yüksek bir dağdan aşağılara doğru gürül gürül akan bir su ve bu sudan içmek için koşuşturan insanlar gördü. Suyun nerden geldiğini merak etmiş, kaynağından içmek niyetiyle dağa tırmanmıştı. Zirveye vardığında Rasulullah s.a.v. ile karşılaştı. Bu bereketli su Efendimiz s.a.v.’in parmaklarından fışkırıyor, değişik mecralardan dağın eteklerine iniyordu. Koştu, Rasul-i Ekrem s.a.v.’in mübarek elinden kana kana içti. O güne kadar hiç yaşamadığı bir huzur, bir itminan bulmuştu.
 
Uyandığında kendini yokladı, eksiklik hissinden doğan o eski sıkıntısı hâlâ içindeydi. Ama bu rüyanın bir işaret olduğunu da sezmişti. Hz. Peygamber s.a.v.’in feyzinden doğrudan istifade etmesi halinde rüyada yaşadığı ve tamamlanmışlığın verdiği itminanı bulabileceğini anladı. Zirvesinde böyle bir mazhariyete erişilecek dağı aramak, o dağın sarp yamaçlarına tırmanmak gerekiyordu demek ki.
 
O dağı nerde, nasıl bulmalı; ayağı kaydırmadan zirvesine nasıl varmalıydı? Bir kâmil mürşidin rehberliği olmadan olmazdı bu iş. Kime akıl danıştıysa, “Amcan Seyyid Abdullah’a git, eteğinden tut!” diyordu. Kendisi de hemen yanı başında, Nehri’de irşadını sürdüren amcası Seyyid Abdullah Şemdinî hazretlerine varıp bağlanmak istiyordu aslında. O’nun alim, fazıl, salih bir mümin olduğunu biliyordu. Biri hariç, velilere mahsus bütün alametleri taşıyordu amcası. Tek eksiği düşmanının, onu yalanlayanların olmamasıydı. Halbuki her devirde velileri inkâr edenler yaşamıştı ve münkirlerinin bulunması mürşitlerin velâyetine işaretti. Seyyid Taha amcasına bağlanmakta bu yüzden tereddüt ediyordu. Bir gün Berdesur’da amcasının aleyhinde konuşan bir adamla karşılaşınca bu tereddüdü de ortadan kalktı ve Nehri’ye, çoktandır kendisini bekleyen Seyyid Abdullah Şemdinî k.s. hazretlerine gidip “O zirveye çıkabilmem için bana yol gösterir misin?” dedi.
 
Himmet kanatlandırır
 
Seyyid Abdullah, yeğenindeki kabiliyetin farkındaydı. Zirvelere çıksa çıksa bu çıkar, diye geçiriyordu aklından. Bir zaman Nehri’de yol hazırlığı görür gibi yetiştirdikten sonra yeğenini alıp Bağdat’a, Mevlâna Halid hazretlerine götürdü. Seyyid Taha’yı bu kadar yükseklere ancak Mevlâna Halid’in himmeti kanatlandırabilirdi.
 
Seyyid Taha, ellerini tutup kendisine hoş geldin diyen Mevlâna Halid k.s.’in karşısında, ilk kez rüyasında yaşadığı o huzur halini bir kere daha hissetti. Bu Allah dostu ellerini hiç bırakmasın, rüya bu defa hiç bitmesin istiyordu. Işığını bulan pervane gibiydi ve o ışığın etrafında döne döne yanmak için can atıyordu. Fakat zirveye talip olanın içinde hiçbir ukde, hiçbir tereddüt kalmamalıydı ki o yüksekliklere kanat açabilsin. Mevlâna Halid k.s. bu sebeple onu önce, istihare yapması için Abdülkadir-i Geylanî’nin Bağdat’taki türbesine gönderdi. Seyyid Taha büyük dedesinin mezarına vardı, abdest tazeleyip iki rekât namaz kıldıktan sonra istihareye yattı. Abdülkadir-i Geylanî k.s. hazretleri rüyasına girmiş ve torununa, “Mevlâna Halid zamanın alimi, evliyaullahın büyüğüdür. Hemen git, ona teslim ol!” buyurmuştu.
 
Seyyid Taha bu icazetle koştu, sülûkunu tamamlamak üzere Mevlâna Halid-i Bağdadî k.s.’ye intisap etti. Şimdi onu zorlu bir riyazet süreci bekliyordu. Nitekim Bağdat’ta yakındaki bir dağa gönderiliyor, oradan taş getirmesi isteniyordu kendisinden. Hz. Peygamber s.a.v.’in Ehl-i Beyt’ine hürmetkârlığı ile bilinen Mevlâna Halid’in, aynı zamanda şöhretli bir alim olan bu peygamber torununu böyle bir işe koşmasını diğer talebeler şaşkınlıkla karşılasa da Seyyid Taha memnundu. Rüyasındaki dağa çıkabilmenin, böyle dağlara çıkmakla mümkün olabileceğini biliyordu.

Dizginleri ele alıyor 
 
Seksen gün sürdü bu mücahede. Seksen gün içinde manevi makamları aşa aşa yükseklere yürümüş, sonunda keşf ü keramet sahibi bir halife olarak irşat yetkisiyle Berdesur’a gönderilmişti. Kalabalık bir cemaat Bağdat’tan dualarla uğurladı Seyyid Taha’yı. Mürşidinin yanında ata binmeyi edebe aykırı bulduğundan bir müddet atı yedeğine alıp yürüdü. Kalabalıktan iyice uzaklaşınca atına binmek istediğinde, birisinin üzengiyi tuttuğunu fark etti. Dönüp baktı, mürşidi Mevlâna Halid hazretlerini gördü. Bu büyük veli, ata binmesine yardımcı olmak için bir eliyle dizginleri, diğeriyle de üzengiyi tutuyordu. Seyyid Taha “estağfirullah” diyerek mahcubiyetle geri çekiliyordu ki Mevlâna Halid şöyle buyurdu:
 
– Ey Taha! Bir zaman nefsinin terbiyesi için sana dağlardan taş getirtiyordum. Şimdi ise hem Rasul-i Ekrem s.a.v.’in Ehl-i Beytine bağlılığım, hem de manevi menzilleri kısa zamanda hızla kat ederek ulaştığın yüksek makamlar sebebiyle üzengini tutuyorum. Bundan kaçınma!
 
Tasavvufta emir edepten üstündü. Seyyid Taha k.s. mürşidinin tuttuğu üzengiye bastı, ata bindi.
 
Mevlâna Halid, Delhi’den yolcu edilişini hatırladı. Mürşidi Abdullah-ı Dihlevî k.s. hazretleri de onu başlangıçta nefsine ağır gelen işlere koşmuş, kısa zamanda sülûkunu tamamlatarak iltifatlarla uğurlamıştı. Şimdi yıllar öncesini yeniden yaşıyordu sanki. Bu defa kendisi Abdullah-ı Dihlevî, Seyyid Taha da kendisiydi. Atın üzerinde heybetle duran genç halifesinin nurlu yüzüne şefkatle baktı. İsimler ve suretler farklı olsa da elden ele taşınan kutlu mirasın yüze akseden nuru hep aynıydı.
 
Mevlâna Halid, atın dizginlerini Seyyid Taha’nın eline tutuşturdu, “Bundan sonra dizginler senin elindedir. Cenab-ı Hak yardımcın olsun!” buyurdu.
 
Seyyid Taha tam kırk iki yıl o dizginleri elinde tutacaktı.
 
Kırk yıl hizmet
 
Seyyid Taha k.s. Berdesur’da dergâhını kurup irşada başladı. Hemen yanıbaşında Nehri’de ise amcası Seyyid Abdullah irşadını sürdürüyordu. Onların ışığından rahatsız olanlar, birbirine bu kadar yakın iki beldeye, üstelik amca yeğen iki halifenin gönderilmesini tenkide başladılar. Çoğunluk ise bunda bir hikmet olduğunu düşünüyordu. Kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah Şemdinî hazretleri vefat edince o hikmet anlaşıldı; fesatçılar susmak zorunda kaldılar. Nehri’ye geçen Seyyid Taha, amcasının postunda devam ettirdi irşadını.
 
Nehri’nin nüfusu o yıllarda hayli kalabalıktı. Seyyid Taha’nın ilmini, irşadındaki tesiri ve kerametlerini duyan insanlar da bu kasabaya ziyarete geliyorlardı. Nehri’deki tekke, bütün bölgenin merkezi olmuştu artık. Her öğün binlerce insanı ağırlamak üzere kazanlar kaynatılıyordu. Bu yoğunluk içinde son derece düzenli bir programla kırk yıldan fazla hizmet verildi Nehri’de. Seyyid Taha hazretleri her sabah camide kuşluk namazını kıldıktan sonra medreseleri denetlerdi. Müderrislerle konuşur, talebelerin seviyesini ölçer, varsa bir sıkıntıları, giderirdi. Ziyaretçilerle görüşmesi ikindiye kadar sürerdi. İkindi namazından sonra büyük hatme yapılır, arkasından İmam-ı Rabbanî k.s.’nin Mektubat’ından bölümler okunurdu. Seyyid Taha hazretlerinin okunan kısımlarla ilgili zaman zaman açıklamalar yaptığı bu dersler can kulağı ile dinlenirdi. Akşam yemeği namazdan önce yenir, akşam namazı ile yatsı arası zikir, sohbet ve ibadetle değerlendirilirdi.
 
Bu düzen kırk yıl boyunca, yüksek mevki ve nüfuz sahibi önemli ziyaretçilerin misafir edildiği zamanlarda bile aksatılmadı. Kırk yıldan fazla aralıksız hizmet, Nehri’yi nurlandırdı adeta. Uzaktan yakından Seyyid Taha’yı ziyarete gelenler daha bu beldenin sınırlarına girerken abdest alıyorlardı.
 
Osmanlı’ya sadakat
 
Seyyid Taha’nın irşat yıllarında Nehri ve çevresi, tıpkı Bağdat, Süleymaniye, Musul gibi, Osmanlı ile İran arasındaki hakimiyet kavgasının çok şiddetli bir şekilde yaşandığı bölgeler arasındaydı. Mevlâna Halid-i Bağdadî hazretleri, ömrünün son zamanlarında, 1821’de başlayıp 1823’te biten Osmanlı-İran savaşında, bütün bir bölge ahalisine Osmanlı’ya bağlı kalmaları için telkinlerde bulunmuş, onun bu gayretleriyle İran, Bağdat cephesinde mağlup olmuştu. O yıllar Osmanlı’nın zor zamanlarıydı. Yeniçeri Ocağı kaldırılmış, Navarin’de donanmamız yakılmış, Ruslar batıda Edirne’ye, doğuda Erzurum’a kadar girmişti. 1823’teki anlaşmaya rağmen İran şahı Osmanlı’nın başındaki Rus gailesini fırsat bilerek sık sık bu bölgeye müdahale ediyor, Kürt aşiretlerini türlü vaatlerle kendine tabi kılmak istiyor, olmazsa onları birbirine düşürüyordu. Mevlâna Halid-i Bağdadî hazretleri bu çevredeki bütün halifelerine olduğu gibi Seyyid Taha’ya yazdığı mektuplarında da İran tehlikesine dikkat çeker, Şah’ın yakınlaşma talepleri karşısında ihtiyatlı davranılmasını tembihlerdi. O da hayatı boyunca bu ikaza bağlı kaldı. Zaten siyasete hep mesafeli bir çizgiyi sürdürüyordu.
 
İran şahının bütün ikram ve hediyelerini reddetti. Çevredeki aşiretlerin Osmanlı’ya sadık kalmaları için çaba göstermekle kalmadı, 1829 Osmanlı-Rus savaşında cihat fetvası vererek bağlılarını cepheye gönderdi. Aşiretler arasındaki anlaşmazlık ve düşmanlıkları gidermek suretiyle de bölgede karışıklığa fırsat vermedi. Hizmetlerinden dolayı ihsanda bulunmak üzere Osmanlı padişahı onu İstanbul’a davet etti ama o, “Biz sadece vazifemizi yaptık..” diyerek büyük bir tevazu ile bu daveti de geri çevirdi.
 
Sünnet-i Seniyye duyarlılığı 
 
Kırk iki yıl dizginleri ele alarak insanları Allah ve Rasulü’nün yolunda istikamet üzere yürüten Seyyid Taha hazretleri, devlet ricaline mesafeli dururken halkla hep iç içe oldu. Onları nasihatle bid’atlerden, riya ve kendini beğenmişlikten sakınmaya, salih ameller işlemeye, güzel ahlâkla donanmaya çağırdı.
 
Başta Seyyid Sıbgatullah Arvasî k.s. olmak üzere pek çok halife yetiştirmişti. Talebelerinden özellikle üstadlarına muhabbet ve hürmette kusur etmemelerini, mürşidin sohbetine, zikir ve rabıtaya önem vermelerini isterdi. Çünkü mürşide muhabbet ve hürmetle bağlılık hem manevi kalp hastalıklarının giderilmesi için tek imkandı, hem de yaşanan hallerin istidraç olup olmadığının ölçüsüydü. Nitekim Seyyid Sıbgatullah’a yazdığı bir mektubunda, “dinin sahibine bağlılık” ile “hocaya karşı ihlâs ve muhabbet”i büyük nimet olarak nitelendirmiş, bunlarda bir eksiklik varsa, gelen hal ve zevkleri istidraç bilmek gerekir demişti. Kendisi de hayatı boyunca Mevlâna Halid ve Seyyid Abdullah hazretlerini velinimetleri sayarak hep hürmetle andı. Hatta vefatından sonra mezarını ziyarete geleceklerin, önce amcası Seyyid Abdullah’a uğramalarını sağlamak için Nehri kabristanında onun mezarının yakınından geçen yolun üst tarafına defnedilmeyi vasiyet buyurmuştu ki, öyle de yapıldı.
 
Sünnet’e uyma konusunda çok titiz ve dikkatliydi. Bir defasında hasımları onun Sünnet’e dikkat etmediğini, dolayısıyla da mürşid-i kâmil olmadığını ispat için kendilerince bir tuzak kurmuşlardı. Görevlendirdikleri bir adam Nehri’ye gelip ikindi namazı çıkışında Seyyid Taha’nın mescit kapısındaki ayakkabısının sol tekini uzağa koymuştu. Böylece onun mescitten sağ ayakla çıkmak zorunda kalacağını, Sünnet’e uymayan bir iş yapacağını umuyordu. Fakat Seyyid Taha k.s. kalabalığa karışıp olacakları bekleyen bu adama dönmüş, “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey bu kapıda asla olmaz!” buyurmuştu.
 
Sünnet-i Seniyye’den asla ayrılmadan yürüdüğü kutlu yolu 1852’de Nehri’de tamamlayıp ebedî yurduna vasıl oldu.
 
 
Ali Yurtgezen
 

 


Bu Yazılarda Dikkatinizi Çekebilir