Buradasınız :  Makaleler/ Tasavvufî Hayat ve Geri Kalmışlık
Kategori:
Makaleler
15237 kez Okunmuş

Tasavvufî Hayat ve Geri Kalmışlık

Bugünün İslâm dünyası ile “gelişmiş” Batı arasında ekonomik, politik, askerî, bilimsel ve teknolojik açıdan büyük mesafe var.
 
Kimi çevreler bu halin sebepleri arasında tasavvuf kültürünü, sûfiliğin zühd ve takva odaklı öğretisini de sayıyorlar. Bir anlamda İslâm dünyasının “geriliğinin” asıl kabahatini yine müslümanda buluyorlar.
 
Sahiden böyle midir? Tasavvuf kültürü, özelde zühd anlayışı dünyadan el etek mi çektirir?
 
Tasavvuf kitaplarında dünyanın önemsizliği, ahiretin önceliği öne çıkarılır. Dünyaya önem vermeyen zühd aleminin büyüklerinin sözlerinden ve münzevî hayatlarından örnekler verilerek dünyadan uzak durmanın önemi anlatılır.
 
Elimizdeki zühde dair eserlerde geçen tavsiyeler ve bazı kıssa ve menkıbelerde anlatılanlara bakan çağımızdaki bazı insanlar, müslümanların günümüzde hak ettikleri konumda olmamalarının nedenleri arasında zühd anlayışını ve tasavvuf kitaplarının müminleri dünyadan uzaklaştırmasını sayarlar.
 
Bu iddiaya göre, tasavvuf kitaplarını ve sûfilerin sözlerini okuyan, yaşantılarını öğrenen müminler dünyaya önem vermemişler ve hayattan koparak tamamen ibadet odaklı bir yaşam sürmüşlerdir. Bir hırka bir lokma ile hayatlarını devam ettirmişlerdir.
 
Bu arada müslüman olmayanlar, dünya hayatını önemseyenler boş durmamışlar, çeşitli icatlar yaparak ilerlemişler, dünyaya hakim olmuşlar, müslümanlar da onların gerisinde kalmışlardır. Üstelik onlara muhtaç duruma düşmüşlerdir.
 
Tarihin yalanladığı iddia
 
Farklı çevrelerde sık sık duyduğumuz bu iddialar gerçek midir? Bu sorunun cevabını aramak, iddianın ne kadar sağlam bir zemine dayandığını anlamak için, öncelikle önümüze bir İslâm tarihi kitabı koymamız gerekir.
 
Masaya bir İslâm tarihi koyduktan sonra, söz konusu zühd hayatının önderlerinin yaşadıkları dönemlerin siyasi tarihini okumamız icap eder.
 
En baştan söyleyelim: Eğer bahsettiğimiz şekilde tarihe bakarsak, başta zühd önderlerinin yaşadıkları devirler olmak üzere, İslâm devletlerinin hiçbirinde hayatı dışlamanın, ahiret adına dünyayı unutmanın söz konusu olmadığını görürüz.
 
Bırakın dünyaya boş vermeyi, İslâm’ın ilk asırları dünyevî başarılar anlamında günümüz müslümanlarının övündükleri dönemlerin başında gelir. Zira bu yıllar fetihlerle, siyaset, ekonomi, kültür ve medeniyet… kısaca her alanda İslâm dünyasının muhteşem başarılar gerçekleştirdiği dönemlerdir.
 
Peki, bütün bu başarıların dünyadan uzaklaşıp, bir abaya bürünerek dağ başına çıkıp uzlete çekilerek gerçekleşmesi mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. O zaman zühd önderlerine ve onların etkisinde kaldığı iddia edilen müslümanlara yöneltilen suçlama pek de sağlam bir zeminde yükselmiyor demektir.
 
Günümüzdeki durum
 
Esasında çok eskilere gitmemize gerek yok. Şu dönemde de tasavvuf hayatını benimsemiş olan insanlar aynı kitaplara son derece önem vermekte ve bu kitaplardaki dünyayı öteleyen, ahirete yönelmeyi teşvik eden sözleri ve yaşantıları okumaktadırlar.
 
Bizler bu cemaatlerin müntesiplerinin hayatlarına baktığımızda ne dünyadan koptuklarını ne de bir yere kapanıp günlerini ve gecelerini sadece ibadetle geçirdiklerini görmekteyiz.
 
Onlarda gördüğümüz yegâne durum kulluğu öncelemeleri, nafile ibadetlere herkesten fazla önem vermeleri, birbirleri arasında dayanışmayı diğer müminlerden fazla gerçekleştirmeleri, bu arada da gündelik hayatlarını sürdürmeleridir.
 
Yani onlar hem bu kitaplarda anlatılanlara önem vermekteler hem de hayat standartlarını üst seviyeye çıkarmak, ailelerine daha iyi imkânlar sunmak ile İslâm’ın daha geniş coğrafyalarda yaşanması için maddi imkânlarını seferber etmek için çabalamaktadırlar. Hatta günümüz Türkiye’sinde pek çok üst seviyede zenginin, tasavvufu kendisine yaşam tarzı olarak benimsediğini hepimiz bilmekteyiz.
 
Bu gerçek bizlere zühd hayatını öven sözler ile kıssa ve menkıbelerin müslümanları dünyadan kopardığı şeklindeki iddianın haklı bir suçlama olmadığını göstermektedir. Zira günümüzdeki müminlerin dünyaya bakışları nasılsa, geçmiş dönemlerde de ortalama olarak aynıydı.
 
Gerçeği doğru okumak
 
Burada esasında görmek istemediğimiz veya görmemiz gerektiği halde aklımıza gelmeyen bir hakikat vardır. O da şudur:
 
Zühd ve tasavvuf kitaplarında, büyük sahabi Hz. Ebu Zer r.a. misali dünyadan kopuk bir hayat yaşadıkları ve maddiyat olarak bir şeylerinin olmadığı zikredilen insanlar, toplumun ahireti unutmaması, dünyaya kendini kaptırmaması açısından önemli bir vazife görmüştür. Toplumun yakasını tamamen dünyaya kaptırmamalarını sağlamıştır. Çünkü bu zatların sohbetleri ve sergiledikleri ibadet anlayışı gönüller üzerinde etki yapmıştır. Diğer insanlara nisbetle dünyadan kopuk yaşamaları ise genelleşmemiş, insanlar gündelik yaşamlarını devam ettirmişlerdir.
 
Dolayısıyla toplumun genelinden farklı olarak münzevî hayatları bireysel tercihleri olarak anlamak ve toplum içinde böyle insanların bulunmasının gayet normal olduğunu söylemek durumundayız. Hatta bunun bir rahmet olduğundan dahi söz edebiliriz.
 
Nitekim günümüzde de farklı İslamî anlayışlar çerçevesinde genel müslüman kitleye göre değişik tutum ve yöntemler içinde olan gruplar vardır. Bunların toplumun genel yönelimlerini değiştirmek gibi bir işlevi yoktur. Bu insanların dinin ruhuyla veya zahir hükümleriyle çelişmediği sürece hakikatin bir yönüne işaret eden unsurlar olarak kabul edilmesi en güzel yoldur.
 
Kaldı ki klasik kitaplarda anılan insanların esasında tamamen dünyadan kopmadıkları da zikredilmektedir. Dolayısıyla geçmiş yansıtılırken bilgiler seçilerek alınmamalı, aynı hususla ilgili farklı rivayetler göz ardı edilmemelidir. Çünkü böyle bir tavır tabloyu yanlış okumaya veya muhatap kitleyi yanlış bilgilendirmeye sevk eder.
 
Hâlbuki zühd hayatının önderlerine dair aşağıda zikredeceğimiz bilgilere bakan bir insan bu zatların dünyadan tamamen koptuklarını anlamaz. Aynı şekilde dünyayı ihmal etmek, ondan tamamen uzaklaşmak gerektiği sonucunu da çıkarmaz.
 
Zâhidler ne diyor?
 
Bu hususu teyit etmek, meşhur sûfilerden birkaçının zühd konusunda ne dediklerine bakalım.
 
İbn Şihâb ez-Zührî k.s. (v: 742) 
 
“Zühd, haramın sabrı yenemediği, helâlin de şükre mani olamadığı şeydir.”
 
Süfyan es-Sevrî k.s. (vı: 778):
 
“Zühd, emel ve arzuları azaltmak ve hırstan sıyrılmaktır. Yoksa ne adi şeyler yemek ne de yırtık ve yamalı şeyler giymektir.”
 
Yanındakiler:
 
– Kişi hem zengin hem zâhid olabilir mi, diye sorduklarında da şu cevabı verir:
 
– Evet, zâhid olabilir. Yeter ki herhangi bir belaya maruz kaldığında sabredebilsin, bir nimete erişince de şükredebilsin.
 
Fudayl b. İyaz k.s. (v: 803): 
 
“Zühdün aslı Allah’tan razı olmaktır. Kanaatkâr kişi zâhiddir. Zâhid ise zengindir. Her kim yakîni elde ederse bütün işlerinde Allah’a güvenir. O’nun yazdığı kadere razı olur, ümitle korku halinde mahlûkattan gönlünü çeker. Bu durum onun gayri meşru bir yolla dünyayı talep etmesini engeller. İşte böyle yapan bir kimse dünyalık hiçbir şeye sahip bulunmasa bile zâhid ve insanların en zenginidir.”
 
Ebu Süleyman Dârânî k.s. (v: 820):
 
“Gerçek zâhid dünyayı ne kötüler ne de metheder. Ona iltifat etmez. Dünya kendisine yöneldiğinde sevinmediği gibi ondan uzaklaştığında da üzülmez.”
 
Hâris el-Muhâsibî k.s. (v: 857): 
 
“Zühd, dünyaya ait kıymet ve değerlerin kalpten atılması ve dünya ile ilgili her şeyin kelpten çıkarılmasıdır. Kalpten dünya varının değeri düştüğü zaman, onun varlığı ile yokluğu eşit olur. İşte o zaman zühd gerçekleşmiş olur.”
 
Yahya b. Muaz k.s. (v: 872):
 
“Gerçek zâhid, Allah’ın dışında bütün isteklerden kalbini boşaltan kimsedir.”
 
Bâyezid Bistâmî k.s. (v: 874):
 
“Zâhid, bir şeye sahip olmayan demek değildir. Asıl zâhid, malın mülkün kendisine sahip olmadığı kimsedir.”
 
Cüneyd Bağdâdî k.s. (v: 909):
 
“Zühd, dünyanın küçük görülüp izlerinin kalpten çıkarılmasıdır.”
 
Ebû Tâlib Mekkî k.s. (v: 996):
 
Zühdün, varlıklı kişilerle yoksul kişilere göre farklılık arz ettiğini söyler. Zenginin zühdü malı harcaması ve kalbini ona bağlamamasıdır. Kişinin varlık içindeyken malı kendisi için alıkoyması uygun düşmez. Çünkü bu tutumu varlığa düşkün olduğunu gösterir. Fakirin zühdü ise yokluk içinde varlığa imrenmemek ve yokluğa rıza göstermekle olur.
 
Şimdi buraya alıntıladığımız bu rivayetlerde, “dünyayı ihmal edin, hiç önem vermeyin, yeryüzünü Allah’ın dinini inkâr edenlere bırakın” diye bir anlam var mı? Yoksa burada, dünyayı yaşarken ahireti unutmayın mı deniyor? Elbette ölüm sonrasını unutmadan ihlâslı kullukla bezeli bir hayat sürülmesi istenmektedir.
 
Suçlanan kitaplar
 
Müslümanların dünyadan kopma nedenleri arasında sayılan zühd ve tasavvuf eserlerine gelince… Önce şu sorulara cevap bulmak gerekir:
 
Bu kitaplar dünyayı elden mi çıkartın diyor, yoksa kalpten çıkartın mı diyor?
 
Bu kitaplarda tavsiye edilen “fakr hali”nin tam karşılığı nedir? Başkalarının yardımına muhtaç yaşamak mı, yoksa kulun hen an ve halde Rabbine muhtaç olduğunun idrakinde olmak mı?
 
Bu kitapları yazanlar müminlerin zenginleri hakkında neden tek kelime olumsuz bir şey söylemiyor?
 
Yüzyıllar boyunca bu kitapları başucundan ayırmayan nice alim, arif, kâmil zatlar dünyadan el etek mi çekmişlerdir?
 
Bu sorulara verilecek hiçbir insaflı cevapta içinde “dünyayı tamamen terk etmek gerekir” sonucu bulunamaz. Çünkü bu kitaplar “dünyayı bırakın, dağ başında bir başınıza yaşayın” demiyor.
 
Peki, zühd ve takvayı öğütleyen, hayatı bir ibadet olarak yaşamayı teklif ve tavsiye eden bu kitaplar ne diyor?
 
Son derece kıymetli, faydalı, ilahî hakikatleri ve hikmetleri gönül diliyle anlatan bu eserler: Müslümanların kendilerini mala kaptırmamalarını, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar ahireti unutmamalarını, zekâtlarını ihmal etmemelerini, daima Allah yolunda infak etmelerini, iffetli olmalarını, kalplerine ve dillerine sahip olmalarını ve buna benzer güzellikleri anlatıyor.
 
Dolayısıyla bu eserler, müslümanların geri kalmalarına değil, kulluğu unutmama noktasında büyük bir tesire, dünya ahiret dengesini kurmaya sebep olduğunu söyleyebiliriz.
 
Kaldı ki, günümüzde tasavvufu kendisine yol olarak benimsemiş, büyük sûfilerin kaleminden çıkmış eserleri baş tacı etmiş kişilerin pek çok ticari faaliyette bulunması, dünyevî meşgalelere sahip olması da bu etkiyi teyit eder.
 
Ayet ve hadislerde dünya
 
Esasen dünyanın ve dünya hayatının mahiyeti, ahiret nimetlerinin değeri pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerifte de net olarak anlatılır. Bu ayet ve hadisler de müslümanlar tarafından dünyaya boş vermek şeklinde anlaşılmamış, tarih boyunca uygulama bu yönde olmamıştır. Tam aksine müslümanlar dünyanın imarına büyük önem vermiş, fakat kalbin daima Cenab-ı Hakk’a bağlı kalması gerektiği şuuru içinde olmuşlardır. Söz konusu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden birkaç örnek zikredelim:
 
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 20)
 
“Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)
 
“Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır.” (Nâziat, 40-41)
 
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr, 18)
 
“Vallahi ahiretin yanında dünyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp çıkarması gibidir. Çıkardığında parmağının (denizden) ne çıkardığına bir baksın!” (Hadis-i Şerif; Müslim, Cennet, 55)
 
“Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin bir kanadı kadar değeri olsaydı, ondan hiçbir kâfire bir yudum bir şey içirmezdi!” (Hadis-i Şerif; Tirmizî, Zühd, 13)
 
“Allah Tealâ bir kulu sevdiği zaman, tıpkı sizin bir hastayı sudan koruduğunuz gibi onu dünyaya karşı himaye eder.” (Hadis-i Şerif; Tirmizî, Tıb, 1)
 
“Ailesi afiyette, bedeni sıhhatli, günlük rızkı da bulunduğu halde sabahlayan kimseye sanki dünya verilmiş gibidir.” (Hadis-i Şerif; Tirmizî, Zühd, 34)
 
Biz bunları okuduğumuzda dünyayı boş vermek gerektiğini değil, gönlü dünyaya kaptırmanın yanlışlığını anlıyoruz. Ama bu ayet ve hadislerin paralelindeki tasavvufî öğütler sözkonusu olduğunda kimi çevreler nedense pervasız olabiliyor. Sûfilerin sözlerini doğru anlamak için çaba sarf etmek yerine kolaycılığa kaçarak geri kalmışlığın, yenilmişliğin sorumluluğunu onların üzerlerine yıkabiliyorlar.
 
Nasıl doğru okuyan bir göz Kur’an ve hadislerden dünyanın ihmaline dair bir mesaj çıkarmıyorsa zühd önderlerinden nakledilen rivayetleri de aynı gözle okumak durumundayız. Daha saygılı yaklaşarak, yaşamlarının ve tavsiyelerinin müslümanların sosyal hayatları üzerinde olumlu yönde etkili olduğunu anlamaya çalışmak, müminleri dünyadan koparmadığını görmek icap etmektedir.
 
Kadercilik suçlaması
 
Her olumsuzluğun faturasını müslümanlara kesme yaklaşımına göre, müminlerin geri kalmalarının en büyük nedenlerinden biri de yanlış kader anlayışıdır. Bu iddiaya göre müslümanlar, sahip oldukları bu anlayışla başlarına gelen bela ve musibetlerin kaderde yazıldığını, yapacak bir şeyleri olmadığını düşünerek mücadeleyi terk etmişlerdir. Her felaketi kabulle karşılamışlar ve değiştirmek için bir çaba göstermemişlerdir.
 
Bu iddia karşısında İslâm tarihine bir kez daha müracaat edelim.Tarihin hangi döneminde müslümanlar “kaderimiz bu” diyerek mücadele sahasından çekilmişler ve olan biteni refleks göstermeden olduğu gibi kabullenmişlerdir, diye bakalım. Bir tek örnek bulamayız.
 
Tam aksine İslâm tarihi tamamen mücadeleler tarihidir. Üstelik hem içeride hem de dışarıya karşı… Diğer taraftan bilim alanında müthiş bir hareketlilik vardır. Bu nedenle İslâm tarihini bütünüyle eylem ve hareket tarihi olarak tanımlamak yanlış olmaz.
 
Yanlış kadercilik iddilarına bakan insan, “Kaderimiz böyleymiş diyerek bir köşeye sinmiş insanlar tarihin hangi döneminde yaşamış acaba?” diyecek, lakin herhangi bir tarih kitabının iki kapağı arasında böyle bir zümre bulamayacaktır.
 
Belki bireysel olarak bu tür bir bakış açısını benimsemiş insanlara veya küçük gruplara rastlayabilecek, ancak kitlesel bir hareketi kesinlikle tespit edemeyecektir. Çünkü söz konusu kader anlayışının müslümanları atalete ve teslimiyete teslim ettiği iddiası gerçekliği olmayan bir söylemden öte bir şey değildir. Sadece ve sadece müminlerin bugünkü zillet durumuna neden aramak için ortaya atılmış âfâki bir düşüncedir.
 
Kader inancı hayata bağlar
 
Peki müslümanların gerçekten de bir teslimiyet içinde olmalarına neden olan bu kader anlayışının aslı nedir? Bu kader anlayışı, olan biten olumsuzluklar karşısında müslümanları rahatlatan bir araçtır, ötesi değil. Üçüncü halifenin şehit edilmesiyle başlayan süreçte yaşanan felaketler karşısında kader anlayışı müminleri teskin eden, psikolojik olarak rahatlatan bir vasıta olmuştur. “Demek ki bunlar kaderimizde varmış, başımıza gelecekmiş” anlayışıyla inananlar olan biteni metanetle karşılamaya çalışmışlardır.
 
Bu nevi bir kader anlayışının toplumun ruh dünyasının ve huzurunun temininde müspet etkisi olduğunu söylemek gerekir. Hatta günümüzde de insanların başlarına gelen felaketleri olgunlukla karşılanmalarında aynı kader anlayışının olumlu etkisi olduğu gözlenebilir.
 
Biz burada böylesi bir kader anlayışının doğruluğunu veya yanlışlığını tartışıyor değiliz. Bizim yaptığımız, söz konusu kabulün müspet boyutunun olduğunu dile getirmekten, bu anlayışın müslümanların bugünkü durumunda bir etkisi olmadığını ifade etmekten ibarettir.
 
Ne yapılmalı?
 
Sözün özü, her yanı kendisine düşman bir coğrafya ile çevrilmiş ve bunlarla mücadele etmek durumunda kalmış bir ümmetin bugünkü durumunu çok basit nedenlere indirgemek ve sadece müslümanları suçlamak hakkaniyet değildir. Bugünkü zillette elbette müslümanların ve en başta da toplumları yönlendiren önderlerin olumsuz etkisi vardır. Ancak ağırlıklı nedenleri görmeden suçu başka alanlarda aramanın, sorumluluğu tamamıyla müminlerin üzerine yıkmanın akılla, insafla bağdaşır bir yanı yoktur.
 
Bütün bu geri kalmışlığın ve zilletin sosyoloji, psikoloji, tarih, siyaset bilimi ve diğer ilim dalları açısından ortaya konabilecek pek çok nedeni vardır. Olan biten, bir iki nedene bağlanarak izah edilecek kadar basit değildir. Çok boyutlu ve karmaşıktır. Bunu anlamaya, ellerimizi müslümanların yakasından çekerek başlasak yeridir.
 
 
Taha Yıldız - Semerkand Dergisi, Şubat 2011. 


Bu Yazılarda Dikkatinizi Çekebilir