Buradasınız :  Makaleler/ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin (k.s.) Tasavvufa Girişi -2
Kategori:
Makaleler
13098 kez Okunmuş

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin (k.s.) Tasavvufa Girişi -2

Geçen bölümün devamı…

 
Sü­ley­ma­ni­ye
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri o yıl hac iba­de­ti­ni ta­mam­la­dı. Mem­le­ke­ti Sü­ley­ma­ni­ye’ye dön­dü. Ta­le­be­le­ri ile ders­le­ri­ne yi­ne baş­la­dı. An­cak gö­nül dün­ya­sın­da­ki ara­dı­ğı hu­zu­ru hâ­lâ bu­la­ma­mış­tı. Sü­ley­ma­ni­ye’de ge­çir­di­ği bu yıl­lar, ara­yı­şın bel­ki de so­nuç­la­nan ilk ba­sa­mak­la­rı ola­cak­tı. Yol uzun­du, ufuk­lar öte­si bir dün­ya var­dı. Bu da ta­sav­vuf il­mi­nin ko­nu­suy­du. Özün­de­ki ga­ni gö­nül­lü­lük ve bü­yük gay­ret, yo­lu­nu ay­dın­la­tan bir kan­dil­den de ötey­di. Bel­ki rah­mâ­nî bir nur­du ve­ya ilâ­hî bir ik­ram­dı.
 
O gün­ler­de Sü­ley­ma­ni­ye’ye Mev­lâ­nâ Mu­ham­med Der­viş Azî­mâ­bâ­dî adın­da bir mür­şid-i kâ­mil gel­di. Bu zat, Del­hi’den ge­li­yor­du. Yıl­lar­ca ta­sav­vuf ter­bi­ye­si gör­müş ve so­nun­da mür­şi­di­nin iz­ni ile ir­şa­da baş­la­mış kâ­mil bir ve­liy­di. İn­san­la­rı ir­şad et­mek üze­re Bu­ha­ra’ya uğ­ra­mış, Şah-ı Nak­şi­bend haz­ret­le­ri­ni zi­ya­ret et­miş­ti. Sü­ley­ma­ni­ye’ye ge­le­ne ka­dar, bü­tün Mâ­ve­râ­ün­ne­hir böl­ge­si­ni ve Ho­ra­san’ı do­laş­mış, pek çok in­sa­na ta­sav­vu­fî şevk ve he­ye­can ka­zan­dır­mış­tı. Şim­di de bir sü­re Sü­ley­ma­ni­ye’de ka­la­cak­tı.
 
Mev­lâ­nâ Mu­ham­med Der­viş Azî­mâ­bâ­dî haz­ret­le­ri Sü­ley­ma­ni­ye’ye gel­di­ğin­de he­nüz genç de­ni­le­cek bi­riy­le kar­şı­laş­tı. Bu de­li­kan­lı­nın ba­ba­sı, Hz. Os­man Efen­di­miz’in (r.a) to­run­la­rın­dan­dı ve halk ara­sın­da Mî­kâ­il Os­ma­nî adıy­la bi­li­nir­di. Al­tı par­mak­lıy­dı. An­ne­si­nin ne­se­bi ise Eh­l-i bey­t’e ka­dar uza­nı­yor­du. He­nüz yir­mi yaş­la­rın­da­ki bu genç, Sü­ley­ma­ni­ye’de­ki med­re­se­nin mü­der­ri­si ve dö­ne­min Sü­ley­ma­ni­ye’de­ki Şâ­fiî mez­he­bi fı­kıh âli­mi sı­fa­tıy­la ge­len mi­sa­fi­ri kar­şı­la­mış­tı.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri mi­sa­fi­re iz­zet ve ik­ram­da bu­lun­du. O za­man­lar halk onu “Şeyh Hâ­lid” di­ye ta­nı­yor­du. Şeyh Hâ­lid, öte­den be­ri için­de sak­la­dı­ğı ni­ye­ti­ni, Sü­ley­ma­ni­ye’ye ge­len mür­şid-i kâ­mil Mu­ham­med Der­viş Azî­mâ­bâ­dî haz­ret­le­ri­ne aç­tı:
 
“İçim­de bir ek­sik­lik var, bir mür­şid-i kâ­mil arı­yo­rum. An­cak bu­gü­ne ka­dar gön­lü­mü dol­du­ra­cak kâ­mil bir zat bu­la­ma­dım. Ba­na ne yap­ma­mı tav­si­ye eder­si­niz?”
 
Mev­lâ­nâ Mu­ham­med Der­viş Azî­mâ­bâ­dî haz­ret­le­ri,
 
“Del­hi’de bir Al­lah dos­tu var, za­ma­nın gav­sı­dır, kut­b-ı ek­ber­dir, gav­s-ı âzam­dır. Di­ler­sen se­ni onun der­gâ­hı­na gö­tü­re­yim. Bir de­fa­sın­da ben onun, ‘Bu top­rak­la­ra Ana­do­lu’dan bir âlim ge­le­cek!’ de­di­ği­ni işit­miş­tim. Ümit ede­rim ki, o ki­şi sen olur­sun” de­di.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri o an­da için­de bir gö­nül hu­zu­ru his­set­ti. Mev­lâ­nâ Mu­ham­med Der­viş Azî­mâ­bâ­dî haz­ret­le­ri­ne sev­giy­le sa­rıl­dı. Sü­ley­ma­ni­ye’de bu­lun­du­ğu sı­ra­da ona çok hiz­met et­ti. Bir müd­det son­ra da bir­lik­te Del­hi’ye doğ­ru yo­la çık­tı­lar.
 
Mev­lâ­nâ Mu­ham­med Der­viş Azî­mâ­bâ­dî haz­ret­le­ri, Al­lah’ın seç­kin kul­la­rın­dan­dı. Açık söz­lüy­dü. Kim­se­nin kı­na­ma­sın­dan kork­maz, kral­lar, sul­tan­lar ve ko­mu­tan­la­rın hu­zu­run­da bi­le ce­sa­ret­le ko­nu­şur­du. Ni­ce bel­de­ler do­laş­mış­tı. Pek çok in­san on­dan et­ki­len­miş ve ta­sav­vu­fa yö­nel­miş­ti. Ni­ha­yet Bu­ha­ra ya­kın­la­rın­da­ki yer­le­şim ye­ri Me­di­ne-i Had­ra’nın (Keş, bu­gün­kü adı Se­bez) yö­ne­ti­ci­si ta­ra­fın­dan ze­hir­le­ne­rek şe­hid edil­miş, ha­ya­tı­nı da bu yol­da fe­da ede­rek şe­hid ol­muş­tu.
 
Mâ­ne­vî Et­ki­le­şim (Ta­sar­ru­fat)
 
1224 (1809) yıl­la­rıy­dı. Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri 1224 (1809) yı­lın­da gön­lün­de­ki mür­şi­di bul­mak üze­re üze­re Hin­dis­tan’a gi­di­yor­du ve bu yol­cu­lu­ğa çı­kar­ken şöy­le di­yor­du:
 
“Mak­su­dum vus­la­tım­dır
Ona va­ra­na ka­dar bü­tün zor­luk­la­rı se­ve­ce­ğim
Uzak­ta ol­sa ara­dı­ğım,
On­la­rı bu­lun­ca­ya ka­dar sab­re­de­ce­ğim.”
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri Sü­ley­ma­ni­ye’den ay­rı­lın­ca Rey, Me­di­ne-i Had­ra (Keş), Bis­tâm, Ha­ra­kân, Nî­şâ­bur, Tûs, Câm, He­rat, Kan­de­har, Pe­şâ­ver, La­hor üze­rin­den Del­hi’ye yak­laş­tı. Del­hi’nin o za­man­ki adı sal­ta­nat mer­ke­zi olan Ci­ha­nâ­bâd idi.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri, yol bo­yun­ca pek çok âlim­le ta­nış­mış, âhi­re­te ir­ti­hal et­miş kâ­mil ve­lî­le­ri zi­ya­ret et­miş, on­la­rın mer­ka­dı ba­şın­da şi­ir­ler di­le ge­tir­miş, kı­yı­sı gö­rül­me­yen bir um­man ola­rak co­şup âde­ta taş­mış­tı. Hat­ta He­rat’ta bü­tün âlim­ler onu yol­cu eder­ken şeh­rin bir mil ka­dar dı­şı­na çı­ka­rak uğur­la­mış­lar­dı. O ar­ka­sı­na bak­ma­dan, ses­siz­li­ğin ses­siz­li­ğin­de, as­lan yü­re­ği­nin bi­le kor­ka­ca­ğı ıs­sız dağ­lık­la­rı aşa­rak Kan­de­har ve Kâ­bil’e gel­miş, şim­di de âlim­ler di­ya­rı Pe­şâ­ver’e ulaş­mış­tı.
 
Med­re­se âlim­le­ri­nin yıl­lar­dır uy­gu­la­dı­ğı bir ge­le­ne­ği var­dı; ge­len âlim­le­ri so­ru yağ­mu­ru­na tu­tar­lar­dı. Pe­şâ­ver’de de âlim­ler Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri­nin ka­tıl­dı­ğı bir top­lan­tı dü­zen­le­di­ler. Özel­lik­le Şiî mez­he­bi­nin te­si­ri al­tın­da kal­mış ve mü­na­za­ra­yı çok se­ven âlim­ler tef­sir, ha­dis, fı­kıh, ke­lâm gi­bi te­mel İs­lâ­mî ilim­ler­de ken­di­si­ne pek çok so­ru sor­du­lar. Şiî âlim­ler ör­ne­ğin,
 
“Pey­gam­ber­le­rin gü­nah­sız ol­duk­la­rı hak­kın­da ne dü­şü­nü­yor­sun?” di­ye so­run­ca, Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri,
 
“Hep­si ma­sum­dur” de­di ve, “Al­lah se­ni af­fet­ti” (Tev­be 9/43.) me­âlin­de­ki âye­ti oku­du.
 
Şi­îler Hz. Ebû Be­kir Efen­di­miz’i (r.a) sev­mez­ler­di. Bu yüz­den onun hak­kın­da­ki dü­şün­ce­le­ri­ni sor­duk­la­rın­da Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri on­la­rı,
 
“Al­lah’ın ra­zı ol­du­ğu bir zat hak­kın­da siz­ler ne­den mem­nun ol­mu­yor­su­nuz” di­ye­rek sus­tur­du. (*)
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri ar­dı ar­ka­sı ke­sil­me­yen so­ru­la­ra bir bir ce­vap ver­di. Pe­şâ­ver’in seç­kin âlim­le­ri an­la­dı­lar ki bu zat, İs­lâ­mî ilim­le­ri önü­ne kat­mış, mu­hab­bet ile sel olup taş­mış, bil­gi­siy­le sa­ğa­nak olup taş­mış­tı. Ama ken­di­sin­de hiç bü­yük­len­me be­lir­ti­si (ki­bir) yok­tu, te­va­zu var­dı, kalp­le­ri kır­ma­dı, sev­giy­le örü­lü ni­ce gö­nül­ler kur­du, Pe­şâ­ver­li­ler ken­di­si­ne hür­met et­ti­ler, iz­zet ve ik­ram­da bu­lun­du­lar ve bir­kaç gün son­ra da onu yol­cu et­ti­ler.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri ken­di­si­ni ir­şad ede­cek mür­şid-i kâ­mi­lin, Kâ­be’de­ki za­tın de­di­ği­ne gö­re bu böl­ge­de ol­du­ğu­na inan­mış­tı. Her an onun­la kar­şı­laş­ma­sı müm­kün­dü. Kim­di ve ne­re­dey­di? Bu yüz­den rast­la­dı­ğı âlim­le­re ve ve­lî­le­re kar­şı te­va­zu ve edep­ten as­la ta­viz ver­mi­yor­du. İlâ­hî ira­de ise onu her yer­de ko­ru­yor, mâ­ne­vî bir kuv­vet san­ki onu ir­şa­da doğ­ru çe­ki­yor­du. Ya­şa­dık­la­rı ile bu du­ru­ma, hem zâ­hir hem de bâ­tın­da ta­nık olu­yor­du.
 
La­hor’a gel­di. Bu­ra­sı Hin­dis­tan ile Pa­kis­tan’a sı­nır­dı. Ay­nı za­man­da böl­ge­nin kül­tür ve sa­nat mer­ke­ziy­di. La­hor’da Ab­dul­lah-ı Dih­le­vî haz­ret­le­ri­nin mür­şi­di Mir­za Maz­har Câ­n-ı Câ­nân haz­ret­le­ri­nin ha­li­fe­le­rin­den Mev­lâ­nâ Şeyh Mu­am­mer Se­nâ­ul­lah haz­ret­le­ri var­dı. O da Ab­dul­lah-ı Dih­le­vî haz­ret­le­ri ile ay­nı şey­hin ha­li­fe­siy­di.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri bu za­tın der­gâ­hın­da bir­kaç gün kal­dı. Ora­da ge­çir­di­ği gün­le­ri­ ken­di­si şöy­le an­la­tı­yor:
 
“O ge­ce rü­yam­da Mev­lâ­nâ Şeyh Se­nâ­ul­lah haz­ret­le­ri­ni gör­düm. Be­ni ken­di­si­ne doğ­ru çe­ki­yor­du. An­cak o ta­ra­fa doğ­ru git­mek içim­den gel­mi­yor­du, di­re­ni­yor­dum...
 
Er­te­si gün, gör­dü­ğüm rü­ya­mı ken­di­si­ne an­la­ta­cak­tım ki ba­na,
 
‘Del­hi’ye git­me­li­sin. Ora­da kar­de­şi­miz Ab­dul­lah’ın hiz­me­ti­ne gi­re­cek­sin. Sa­na va­ad edi­len ema­net onun ya­nın­da ger­çek­le­şe­cek­tir’ de­di.
 
Onun söz­le­rin­den şu­nu an­la­dım: Her ne ka­dar be­ni Mev­lâ­nâ Şeyh Se­nâ­ul­lah haz­ret­le­ri ye­tiş­tir­mek is­te­miş­se de, efen­dim Ab­dul­lah-ı Dih­le­vî haz­ret­le­ri­nin mâ­ne­vî ta­sar­ru­fa­tı da­ha üs­tün gel­miş­ti. Al­lah’a ham­det­tim.”
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri Del­hi’ye ulaş­tı­ğın­da yüz­ler­ce ki­lo­met­re­lik me­sa­fe­yi, on­lar­ca şeh­ri ve tam bir yı­lı ge­ri­de bı­rak­mış­tı.
 
Mür­şi­di­ne kar­şı sev­gi ve aşk ha­li art­tık­ça art­mış­tı. Kar­şı ko­nu­la­maz bir va­zi­yet al­mış­tı. Ar­tık Ab­dul­lah-ı Dih­le­vî haz­ret­le­ri­nin, “Ana­do­lu’dan bir âlim ge­le­cek” di­ye mü­rid­le­ri­ne müj­de­le­di­ği, ge­le­ce­ğin mür­şid-i kâ­mi­li Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri­nin gö­nül dün­ya­sın­da­ki nur zi­ya­de­siy­le par­la­mış­tı.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­riar­tık mür­şi­di­nin öte­den be­ri al­mak­ta ol­du­ğu rah­mâ­nî ne­fe­si­ni his­set­mek­ten de öte ya­şa­dı­ğı­nı yan­sı­tı­yor ve onun der­gâ­hı­na var­ma­ya kırk ko­nak ka­la şöy­le di­yor­du:
 
Ulaş­tır­dı be­ni ga­ye­le­rin yü­ce­si­ne
Mak­sa­dım ulaş­mak­tı, mür­şid­le­rin mür­şi­di­ne
Nur­lan­dı­ran uf­ku, bat­tık­tan son­ra
Gaf­let­ten kur­ta­ran hi­da­yet cad­de­si­ne
 
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri Ab­dul­lah-ı Dih­le­vî haz­ret­le­ri­nin der­gâ­hın­da bir yıl kal­dı. Hiz­met ve zi­kir ne­yi ge­rek­ti­ri­yor­sa onu yap­tı. Mür­şi­di­nin hiz­me­ti­ne ko­şan ni­ce mü­rid­ler var­dı; ama o, Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri­ni kü­çük bü­yük her tür­lü hiz­me­te koş­tur­du. Onun nef­si­ne ait id­dia, ar­zu ve is­tek ne var­sa al­dı gö­tür­dü. Ge­ri­de tek şey kal­dı; Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri...
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri bir yıl için­de eşi­ne az rast­la­nır bir mü­rid ol­du. Ta­sav­vu­fî ter­bi­ye­nin en gi­rift mer­te­be­le­ri­ni aş­tı, nur­lu mü­şa­he­de âle­mi­ne ulaş­tı, ve­lâ­yet ma­kam­la­rı­na ka­vuş­tu. Al­lah’ın ona ik­ram et­ti­ği ul­vî mer­te­be­le­ri mür­şi­di Ab­dul­lah-ı Dih­le­vî haz­ret­le­ri mü­şa­he­de edin­ce, ken­di­si­ne beş ta­ri­ka­tın ir­şad me­to­du­nu öğ­ret­ti. Nak­şi­ben­dî, Kâ­di­rî, Küb­re­ver­dî, Süh­re­ver­dî ve Çiş­tî ta­ri­ka­tı­na gö­re mür­şid-i kâ­mil ol­du.
 
____________
(*) Kur’ân-ı Ke­rîm’de Hz. Ebû Be­kir Efen­di­miz’in (r.a) yap­tı­ğı fe­da­kâr­lık övül­mek­te ve, “...An­cak yü­ce rab­bi­nin rızâsı­nı ka­zan­mak için ma­lı­nı in­fak eden­ler, ye­min ol­sun ki ra­zı ola­cak­tır” (Leyl 92/30-31) buyu­rul­mak­ta­dır. Mü­fes­sir­ler bu âye­ti yo­rum­lar­ken, “Kul Al­lah’tan ra­zı olun­ca Al­lah da on­dan ra­zı ge­lir” di­ye­rek Hz. Ebû Be­kir Efen­di­miz’den (r.a) bah­se­dil­di­ği­ni söy­le­miş­ler­dir (bk. El­ma­lı­lı, Hak Di­ni Kur’an Dili, 7/5880) (haz.).
 
 
Kaynak: Altın Silsile
 

 


Bu Yazılarda Dikkatinizi Çekebilir